Çocuklara Ölümü Jim Carrey’nin Gözünden Anlatmak…

18000298Jim Carrey’nin çocuklar için yazdığı kitabı duymuşsunuzdur. “How Roland Rolls” henüz Türkçe’ye çevrilmedi, fakat ben dayanamayıp edindim. Jim Carrey’i çok severim. Öyle severim ki canım sıkkın olduğunda, enerjim azaldığında açıp bir filmini izlerim. “Yes Man” en başta gelenlerden biridir. Kesinlikle işe yarıyor. Çocuk kitabında da benzer etkiyi bekliyordum. Kitabı elime aldığımda ne kadar haklı olduğumu anladım. Artık bir tane daha başucu kitabım var.

Tuna geçen hafta bir soruyla beni darmaduman etti. “Biz hiç ölmeyeceğiz di mi anne?” İki dakikalığına durun ve düşünün. Zaman algısı henüz olgunlaşmamış, “ölüm” kelimesini sadece oyunlarda kullanan, yakınında birinin ölümüne tanık olmamış 4,5 yaşındaki çocuğun bu sorusunu nasıl cevaplardınız? Benim iki dakika sürem bile yoktu yanıtlamak için ve “Hepimiz ölücez,” deyiverdim. Sustu ve devamını bekledi. “Hepimiz yaşlanıcaz ve ölücez. Bütün canlılar, hayvanlar, bitkiler ve insanlar yaşlanır ve ölür.” Birden ağlamaklı olan Tuna, “Ben yaşlanıp ölmek istemiyorum,” dedi. Sarıldım, “Haklısın üzülmekte, ama bu o kadar kötü bir şey değil.” O an içimden balkona kaçıp biraz düşünmek geçiyordu. Hazırlıksız yakalanmıştım. 5 yaşından sonra bekliyordum bu soruları ve henüz ne diyeceğimi bilmiyor, yanlış bir şey söylemekten korkuyordum. Arkadaşımın mevsimlerden bahsettiği geldi aklıma ve mevsimleri, ilkbaharı, kışı anlattım. Hayatın bir döngüsü olduğunu anlattım, ama pek işe yaramadı. Hatta “Biz de yeniden gelecek miyiz ilkbaharda?” gibi bir soruya dönüştü. “Öldükten sonra ne olduğunu bilmiyorum, Tuna. Ama bunu araştırabiliriz,” dedim. Böylece biraz zaman kazanacaktım. Tuna da bu araştırma fikrine çok sıcak baktı ve hemen kitaplarını getirmeye başladı.

How Roland Rolls ile böyle tanıştı Tuna. Daha önce okumamıştım ona. Çevirmek zor gelmişti. Ama bu kesinlikle tam zamanıydı. Kitaptaki uyumlu kelimelerin melodisinden mahrum bırakarak, Türkçe’ye çevirip öyle okudum. Roland bir dalga. Okyanusta arkadaşlarıyla mutlu mesut yaşarken bir gemi onu arkadaşlarından ayırıyor ve yalnız kalıyor. Büyük ve karanlık dalga onu yutup tekneye fırlatınca işler daha da kötüye gidecek sanırken birden Shimmer’la tanışıyor Roland. Aşık oluyor ve onunla beraber dalgalanarak geçiriyor günlerini. Birgün Roland, dalgaların sahile vurduklarında öldüğünü duyuyor. Dalgaların deniz kıyısında son bulduklarını öğrenmek onları korkutsa da karayı gördükleri gün Shimmer’la beraber dalgalanarak ilerlemeye devam ediyorlar. Kumlara çarptıklarında canlarının acıyacağını düşünüyorlar, ama sadece biraz gıdıklanıyorlar. Öncekinden çok farklı değil ama, bütün balıkların içinde yüzdüğü bir derinliği hissediyorlar artık. İyice derinlere indikçe aslında küçük dalgalar olmadıklarını, bu kocaman, derin okyanusun ta kendisi olduklarını fark ediyorlar. Daha önce tanıdıkları bütün dalgalar, hatta küçük damlacıkların bile orada, onları beklediğini görüyorlar. Sonra da ne kadar önemli ve özel olduklarını anlıyorlar. Her bir buz kübü, nehirler, havuzlar, hatta üzgün olduğunda akan gözyaşı bile aslında Roland. Eğer sen de büyük okyanustaki küçük bir dalga olduğunu düşünüyorsan, yanılıyorsun diyerek bitiyor kitap.

Tuna’nın kitabı tam olarak anladığından emin değilim, ama rahatladığını söyleyebilirim. Zaten Jim Carrey de kitabı bunun için yazdığını anlatıyor. Buradan izleyebilirsiniz. Konuşması, düşünmesi, cevaplaması oldukça zor bir konu. Üstelik söyleyeceğiniz her şey çocukta travmaya yol açabiliyor. Böyle hassas. Ölümü uykuya benzetsen, uyumaktan korkacak. Cennet desen hemen gitmek isteyecek. Anlatmaktan kaçınsan, korku oluşturacak. Bizim konuşmamız, ben hep senin yanında olacağım, merak etme, diyerek bitti.  Yeniden konuşmak isteyeceğini biliyorum. Bu yüzden araştırmalarım devam ediyor.

Jim Carrey kitabın önsözünde, çocuklara uyumadan önce kitap okuduğumuz anların bu dünyada cennete en yakın anlar olduğunu söylüyor. Kitabı yazarak bu anlara katkıda bulunmayı umuyor ve torununa ithaf ediyor. How Roland Rolls’a gelince, ölüme yaklaşımını çok beğendiğimi söyleyebilirim. Aslında birçok düşünceyi ve inanışı barındırıyor. “Hepimiz ölücez,” “Her şeyin bir sonu vardır,” diyerek yaşamaktansa bir soru işareti koyuyor son kelimesinin yanına.

The End?

Bir Çantadan Neler Çıkar?

Bir kadının çantası sadece eşyalarını taşıdığı aksesuar mıdır? Yoksa, içinde taşıdıklarıyla beraber kadını oluşturan bütün müdür? Birçok öyküde, romanda kadın kahramanın çantasıyla ilgili çeşitli durumlara rastlamışsınızdır ya da filmlerde. Bazı kadınlar, yanlarına tanımadıkları bir erkek oturduğunda, sıkıca sarılırlar çantalarına. Adamdan hoşlanıyorsa veya güvendiği bir adamsa, ikisinin arasında görürsünüz çantayı. İki kişilik otobüs koltuğunda kadın yalnız oturuyorsa, o çantanın koridora bakan koltukta durmaması, sadece çalınacak endişesinden mi gelir? Karanlık sokakta cüzdanına sıkıca sarılmış bir adam gördünüz mü hiç? Peki kadın neden sıkıca kavrar çantasının kulbunu? Çanta sadece çanta mıdır? Yoksa Freud’un dediği gibi çanta, kadının cinselliğini mi temsil eder?

annemin_cantasi

Sara Şahinkanat’ın şiirsel anlatımla zenginleştirdiği, okuması oldukça eğlenceli olan kitapları aynı zamanda çok derin anlamlar içerir. Daha önce “Kim Korkar Masallardan?” yazımda kendisinin bir kitabına derin dalış yapmıştım. Geçen sene elimize geçen Annemin Çantası kitabıyla ilgili yazmayı uzun zamandır düşünüyordum. Adını ilk duyduğumda anlamıştım, bu kitabın beni çok duygulandıracağını, hatta yerle bir edeceğini. Öyle de oldu. Bir kadın için hayatındaki en önemli değişiklik anne olmaktır sanırım. Bunu çanta üzerinden gösterebilmek, anlatabilmek de ustalık ister. Sara Şahinkanat, içinde makyaj malzemeleri, deodorant, sakız, takı, ipod, kulaklık, krem, lens kutusu içeren bir çantadan bahsetmiyor. Onun çantasında çocuklarının yedek kıyafetleri, yara bantları, öğle yemeği, süt ve kitaplar var. Ama merak etmeyin, “kadın anne olunca kendini unutuyor,” demiyor. Kitaplardan biri kendisi için (Sabahattin Ali’ye göz kırparak). Sadece önceliklerini sıralıyor. Bu kadarla da kalmıyor, zor bir durumla karşılaştıklarında, o çok önemli çantasını parçalayıp, faydalı bir şeye dönüştürmekten de çekinmiyor. Beni en çok etkileyen kısım da burası sanırım. Bir annenin çocukları için neler yapabileceğine dair, çok ince ve keskin bir anlatım.

Kitapta çanta, kadının anneliğini temsil ediyor. Bu temsili kafamızda daha iyi oturtmak için biraz geçmişe bakmak istiyorum. Çanta kadınların hayatına nasıl giriyor ve zaman içinde ne gibi anlamlar taşıyor? Çantanın tarihi üzerinden kadının tarihteki yerini anlamaya çalıştım.

1800 öncesinde torbalar ve cepler şeklinde olan çantalar, kadınlar ve erkeklerin sahip oldukları kıymetli şeyleri hırsızlardan korumaları için kullanılıyordu. Kadınlar bu keseleri gizlemek için eteklerinin içinde saklıyorlardı. Böylece kadının çantası, cinselliğinin bir sembolü haline geldi. Çünkü onun çantasını görebilecek bir erkek, onun çok yakını olmalıydı. 18.yy’ın sonlarına doğru çantalar (aslında bahsedilen, şu an kullanılan çantalar değil, retikül denilen küçük keseler) daha süslü, kıyafetlerle uyumlu olmaya başladığında kadınlar, kendilerini koruyabilecek silahları, çeşitli makyaj malzemelerini taşıdılar, ama paranın kontrolü erkeklerde olduğundan kadınların çantasında para bulunmuyordu. Çantanın dekorasyonu, kadının ailesinin zenginliğini gösteriyordu.

1800-1930 arası yıllarda, seyahatlerde kullanılmak üzere büyük bavullar taşınır oldu. Fakat bu bavullar halıdan yapılıyordu ve zengin-fakir arasında ayırım yapılmasına engel oluyordu. Nedense böyle bir ayrıma her zaman ihtiyaç olduğundan Louis Vuitton adında Fransız beyefendi bu açığı kapatacak bavullar yaptı. Sonra bunu daha küçük çantalar izledi. Yüksek sınıftaki kadınların ev dışında fazlaca zaman geçirmeleriyle çanta taşıma ihtiyaçları artınca Louis Vuitton’a birkaç tasarımcı daha eklendi ve  küçük, ama dayanıklı çantalar üretilmeye başlandı.

1930-1945 yıllarında sürrealizm akımı çanta tasarımlarında da etkili oldu. Dudak, şemsiye, ev şeklinde çantalar üretildi. 2.Dünya Savaşı sırasında fonksiyon, modanın önüne geçti. Çantalar giyim artıkları, saman ve iplikten yapıldı. Amerika bu durumdan pek etkilenmedi ve 1950’lerde timsah derisinden çantalar yaptı.

1960’lara doğru Avrupa’da çanta sektörü hareketlendi. Hermes ve Chanel gibi tasarımcılar ikonik çantalar üretmeye başladılar.

1960-1970’lerde kadının çantası, onun dünyadaki yerini sembolize edecek hale geldi. Omuzdan sallanan çantalar bu dönemde çıktı. Hippilerin özgür ve renkli olmasıyla daha serbest ve rengarenk tasarımlar yapıldı.

1970-1980 yıllarındaki feminist hareketlerde kadınlar, moda sektörünün ideal güzellik konusunda baskı yaptığı gerekçesiyle makyaj malzemelerini ve çantaları boykot ettiler. Bu dönemdeki çantalar daha sert hatlı, pratik ve sade oldu. Bunu takip eden yıllarda, tam tersi şekilde süslü ve gösterişli modeller üretildi, çünkü insanların hayatına disko kavramı girmişti. Ünlü markaların sahte çantaları ilk olarak bu dönemde çıktı.

1980-2000 arasında kadınların iş hayatında yükselmelerinin kıstası oldu çantalar. Kariyer basamaklarını tırmanan kadınlar, bunun göstergesi olarak pahalı, şık ve büyük çantalar kullanmaya başladılar. 2000’lere doğru maneviyatın öne çıkmasıyla daha küçük, baget modellere yönelim oldu.

Günümüze kadar gelen süreçte çantalar statüye, döneme ve kadına bakış açısına göre değişse de tek bir özelliği hep sabit kaldı: Çantalar kadınların gizemini her zaman saklı tuttu.

Aslında çanta, bir kadının sadece kişiliğini değil, niyetini de belli eder. Çantasına bakarak o kadının nerede yaşadığını, nasıl bir karakteri olduğunu, kendini nasıl görmek istediğini ve hayallerini tahmin edebilirsiniz. Bir çantaya bakıp bütün bu bilgileri nasıl anlayacağım, diyorsanız kadınları anlamanın kolay olmadığını hatırlatmak isterim. Ona gerçekten bakmanız gerekir.

Bir annenin çantasına bakan Sara Şahinkanat’a, çizimleriyle artık ekip olduklarını düşündüğüm Ayşe İnan Alican eşlik ediyor. Karakterlerin kıyafetlerine ve saçlarına hayran kalıyorsunuz. Oldukça gerçekçi başlayan hikayenin şaşırtıcı bir sona gideceğinin ilk belirtisi oluyor çizimler. Annenin, çocukları iki yanına alıp ağaç gölgesinde kitap okuduğu sayfadan sıcacık bir huzur yayılıyor içinize. Çantanın tarihini incelerken hiç bahsedilmeyen annelik halini kitabına taşıyan yazarımıza çok teşekkür ediyorum. Kalbime dokunan kaleminden çıkacak yeni kitabını da dört gözle bekliyorum.

Bizim evde, kitapta bahsi geçen çantanın bir adı var. “Atta Çantası.” İçindekilerse kitapta bahsedilenlerden az değil. Bu çantayı her gün özenle hazırlamak ekseriyetle keyif aldığım işlerden biri. Özellikle de eksiksiz hazırlamayı becerebilmişsem.

Son not olarak bu kitaptan güzel bir etkinlik çıkabileceğini eklemek istiyorum. Çanta şeklinde hazırladığınız kağıdın üzerine çocuğunuzla dergilerden kestiğiniz objeleri yapıştırıp keyifli vakit geçirebilirsiniz.

Yazıyı hazırlarken yararlandığım kaynaklar:

http://www.pursepixie.com/purse-history/

http://www.nytimes.com/2006/02/26/style/tmagazine/t_w_1037_1038_talk_freud_.html?pagewanted=all&_r=0

İnsanlar çantalarına neler koyuyor, diye merak ediyorsanız aşağıdaki linkleri öneririm.

http://www.nerve.com/photo-features/travis/whats-in-your-bag

http://whats-n-yourbag.tumblr.com

Dostluk Üzerine Bir Kitap: Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün

Bir seminerde söylemişlerdi, “En iyi çocuk kitabı, ebeveyn ve çocuğun birlikte okumaktan zevk aldığı kitaptır,” diye. İşte bu kitabı okurken hep bu cümleyi düşünüyorum. Bitirdikten sonra da mutlu bir suratla kapatıyorum kapağını.

bekci-amos

Bekçi Amos, müthiş tatlı, uzun, zayıf bir adam ve hayvanat bahçesinde çalışıyor. Hep özendiğim, ama bir türlü sahip olmayı beceremediğim kadar sade bir evi var. Az eşya, sadece en gerekliler. Hayatının rutinine hemen davet ediyor kitap sizi. Onunla beraber biniyorsunuz otobüse, doğru hayvanat bahçesine. Yapacak çok işi var Bekçi Amos’un, ama sevgili dostlarına vakit ayırmasına engel değil bu durum. Arkadaşlarından biri fil, diğeri baykuş. Biri gergedan, diğeri penguen. Kaplumbağayı da unutmamak gerek. Hepsi fiziksel özelliklerinin yanında karakterleriyle de farklılar birbirlerinden. Bekçi Amos her biriyle ayrı ayrı vakit geçiriyor. Bütün hayvanları mutlu etmenin yolunu bulmuş. Çünkü onları mutsuz eden şeyleri biliyor. Tanıyor hepsini ve kabul ediyor. Ama bir gün Bekçi Amos işe gidemiyor. Onu yatağa düşürecek bir nezleye tutuluyor. Hayvanlar meraklanıyorlar. Sonunda Bekçi Amos’un evine giden otobüse doluşuyorlar. Bekçi Amos dostlarını görünce çok seviniyor. Her biri kendi bildiği şekilde ilgileniyor Bekçi Amos’la. Tıpkı Bekçi Amos’un onlara yaptığı gibi. Sonunda yorulan Bekçi Amos’la beraber hepsi kıvrılıp uyuyorlar. Bekçi Amos onları ne kadar iyi tanıyorsa, onlar da onu çok iyi tanıyorlar.

Arkadaşlığı, her dostluğun birbirinden farklı olduğunu, birini mutlu etmenin çok da zor olmadığını vurgulayan bir kitap. Çizimleri ise bu dostluk atmosferini tamamlar nitelikte. Hatta kitabı hiç okumasak, sadece resimlerine bakarak bile aynı duyguyu yakalayabiliriz. Renkler de eşlik ediyor kitaptaki anlatıma. Anladığımız zaman renklenir ve canlanır ya bazı detaylar, işte bu hissi taşımış çizer kitaba.

SDAM amos leaves his house

Bazı arkadaşlarınız yavaştır, zamanında yetişemezler buluşmalara. Kimisi utangaçtır, sessizliğinin sebebini siz bilirsiniz. Korkuları vardır bazılarının, o korkularla baş edebilmenin yolunu bulursunuz beraber. Bazen de sadece eğlenmek istersiniz. Beraber dans etmek, oyun oynamak, bir film izlemek. Arkadaşlarımla renkleri paylaşmıştık aramızda, bundan on beş sene önce. Biri mor, diğeri siyah, kimi yeşil, bazısı kırmızı ve ben mavi. O renkler hiç değişmedi, anlamları da.

Tuna benim kadar duygulanarak okumasa da etkilendiği kesin. Çizimlerdeki detaylar onu çok güldürüyor. Küçük bir tabureye oturan fil, tepsideki çay fincanlarını kabuğunun üstünde taşıyan kaplumbağa, Amos’un evinde yaşayan sevimli fare ve daha birçokları. Çok keyifle okuyacağınız bu kitabı, büyük-küçük edinin derim.

Kitap: Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün

Yazan: Philip C. Stead

Çizen: Erin E. Stead

Çeviren: Esin Uslu

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Elmer ve Gökkuşağı

Rengarenk fil Elmer’ın bütün maceralarını çok seviyoruz. Sadece metinle değil, rengarenk çizimlerle de oldukça doyurucu bir seri. Elmer ve Gökkuşağı ise sanırım favorimiz.

Elmer

Çocuklar gökkuşağını çok seviyorlar. Gökyüzünde rengarenk bir kuşak ve onu her istediğimizde göremiyoruz. Yağmur yağması, sonra güneş açması gerek. Çocukların hava durumu ile ilgilenmesini ve bilgilenmesini de sağlıyor bu kuşak. Ayrıca altında oldukça büyük bir bilimsel gerçek de yatıyor, ışığın yansıması. Renkleri gözlemleme ve öğrenme şansı da veriyor bu harika doğa olayı. Yani gökkuşağını neresinden tutsanız, doyurucu bir bilgiye dönüşüyor. Dolayısıyla çocuk kitaplarında işlenmesi çok keyifli bir hal alıyor.

Elmer, rengarenk bir fil. Serinin başlangıcı olduğunu düşündüğüm “Elmer” kitabında neden rengarenk bir fil olduğu anlatılmış. Elmer fil rengi değil. Sadece bu özelliğiyle ayrılmıyor diğer fillerden. O düşünce yapısı olarak da farklı bir fil. Çoğu zaman diğer fillerin anlayamadıkları konuları çok güzel aydınlatıyor. Bu kitap da yine Elmer’ın çözmesi gereken bir sorunla başlıyor. Gökkuşağı renlerini kaybetmiş, gri bir kuşak şeklinde uzanıyor gökyüzünde. Diğer filler temkinli, gökkuşağı böyle olduğu sürece biz mağaradan dışarı çıkmayız diyorlar. Tıpkı bizim gibi, anlam veremediğimiz bir şey başımıza geldiğinde nasıl korkuyorsak, onlar da korkuyorlar. Elmer sorunu çözmek için harekete geçiyor. Gökkuşağının başladığı yeri bulup ona renklerini verecek. Böylece sorun çözülecek. Bütün orman seferber oluyor, gökkuşağının ucunu aramaya başlıyorlar. Çok uzun boylu zürafa bile göremiyor ucunu. Sonunda yine el birliğiyle buluyorlar gökkuşağının başladığı yer olan çağlayanı. Ama herkesin kafası karışık. Elmer renklerini gökkuşağına verirse ne olacak? Elmer fil rengine mi dönüşecek?

Kitabın içindeki sayısız gizli ve güzel mesajdan en açık olanıyla bitiyor kitap. Gökkuşağı, Elmer sayesinde renklenmeye başlıyor. Sonunda Elmer çağlayanın arkasından yine rengarenk çıktığında ona soruyorlar.

“Elmer, sen renklerini gökkuşağına verdin. Nasıl oldu da onları yitirmedin?”

“Bazı şeyleri ne kadar verirsen ver, hiç yitirmezsin. Örneğin mutluluk, sevgi ya da benim renklerim gibi.”

Sevgi ve mutluluk sizinle olsun.

kalpler

Kitap: Elmer ve Gökkuşağı

Yazan ve Çizen: David McKee

Çeviren: Aslı Motchane

Yayınevi: Kır Çiçeği Yayınları

Aktiviteye Dönüşen Çocuk Kitapları-Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor

9789750814662Favori yazarlarımdan Sara Şahinkanat’ın kitabıyla yaptığımız bir aktiviteye yer veriyorum bu hafta. Sara Şahinkanat’ın dilini çok beğeniyorum. Çocukların ayrıca hoşuna gidiyor, uyaklı kelimeleri bir melodi gibi dinlemek. Bu seferki kitabımız pek çok çocuk gibi giyinmekten hoşlanmayan Nino’nun hikayesini anlatıyor. Ama Nino’ya hak vermemek mümkün değil. Her sabah sekiz kolunu birer birer kazaktan geçirmek, hele kış günleri sekiz eldivenle baş etmek, gerçekten hiç kolay değil. Nino da bıkmış durumdan, yılan balığı olsam da kurtulsam bu eziyetten, diyor. Kahramanımız elbette kitabın sonunda ahtapot olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu keşfediyor.

Tuna’nın da çok sevdiği bu kitabı daha çok irdeleyelim istedim. Özellikle giyinmekle ilgili kısmının altını çizebiliriz, dedim.

İhtiyacımız olan malzemeler:

ahtapot-1

1- Kağıt havlu rulosu

2- Tek renk bir kağıt

3- Farklı renk veya desenlerde elişi kağıtları. Her bir kol için farklı kağıt kullanmanız iyi olur.

4- Makas

5- Yapıştırıcı

6- Siyah Keçeli Kalem

Yapılışı: Ruloyu önce düz renk bir kağıtla kapladık. Sonra ruloyu ortasına yakın olacak şekilde alttan önce ikiye, sonra dörde ve sekize bölerek kol şekilde kestik. İki adet kolu daha derin kestik. Kitaptaki gibi bu iki tanesi kol görevini görsün, diğerleri bacak.

ahtapot-2

Elişi kağıdından ahtapotun kafasına bir şapka yaptık. Şapka biraz aceleye geldi, siz daha iyisini yaparsınız. Göz ve ağzını çizdik. Tuna kulak da yapmamız gerektiğini hatırlattı. Ayrıca atkısı da olmalıydı ahtapotun.

ahtapot-3

Sıra geldi her bir kolu giydireceğimiz elişi kağıtlarına. Elişi kağıdını kolu iki kere dolanacak büyüklükte ve alt kısmında katlama payı bırakarak kestik.

ahtapot-4

Her birini kolların etrafında katlayarak giydirdik. Alt kısmını da içeri doğru katlayınca geri açılmadı. İşte ahtapotumuz tamam oldu.

ahtapot-5

Sonra da onu uyutmak için bütün kolları birer birer çıkardık, ertesi gün okula giderken tekrar giydirdik. Her seferinde kolları aynı kağıtlarla giydirmek gerek, çünkü kestiğimiz kolların boyutları aynı olmuyor, bu yüzden hangi kolun ne renk giyindiğini hatırlamak gerekiyor. Çocuklar bu hatırlama kısmını çok iyi yapıyor zaten.

ahtapot-6

Ahtapotu giydirip soymanın ne kadar uzun sürdüğünü görünce Tuna kendi kıyafetleriyle ilgili daha pozitif düşünmeye başladı sanırım.

Yine de ahtapot olmayı çok istediğim zamanların varlığını inkar edecek değilim. Mesela bir kolumla Tuna’nın yemeğine yardım ederken, bir kolumla Barış’a su içirebilir ve aynı anda yemeğimi yiyebilirdim. Geri kalan dört kolumla da kitap okuyup yazı bile yazabilirdim. Çünkü aslında zihnimde bütün bunları aynı anda yaparken yakalıyorum kendimi…

Kitap: Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor

Yazan: Sara Şahinkanat

Çizen: Feridun Oral

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Çocukların Beyniyle İlgili Harika İpuçları

Çocuğunuzun Beynine Hoşgeldiniz…

İki haftadır ara ara okuduğum kitaptaki vurucu cümleleri not etmiştim. Birçoğu beni o kadar çok şaşırttı ki, sizinle paylaşmadan edemedim. Esas faydayı kitabı alıp okuyarak göreceğinizi söylemeye gerek yoktur sanırım. Benim yazdıklarım denizde kum taneleri…

zeka_ve_hafiza

  • Hergün en az iki saat açık havada vakit geçiren çocukların görme yeteneği daha keskin oluyor.
  • Bir çocuğun yetişkin kadar iyi görebilmesi dört yılı buluyor.
  • Çocukları bir rock konserine götürmek kalıcı duyma bozukluğuna yol açabilir.
  • Yaşamlarının ilk yıllarında yeterince dokunulmayan bebeklerde gelişme geriliği görülebilir.
  • Bebeğin doğduğu andaki ilk isteği karnını doyurmak değildir, annesi tarafından kucaklanmak, dokunulmaktır.
  • Çocuğa yemeği bitirmesi için ödül olarak tatlı vermeyin. Tatlı, yediği yemeğin tadını olduğundan daha kötü hissettirir. Böylece çocuk  o yemekle kötü bir ilişki kurar. Hatta yemeği sevmesini istiyorsanız, vereceğiniz tatlıyı yemekten hemen önce verin. Çok önce olmasın, o zaman da karnı doyar.
  • Çocuğa bir yerde hareketsiz durmasını söylerseniz en fazla bir dakika durabilecektir. Eğer ona bir bekçi olduğunu, kapıyı korumak için burada beklemesi gerektiğini söylerseniz uzun süre durabilecektir. İşte oyunun sihirli gücü.
  • Bilgisayar oyunlarındaki şiddet, çocukların diğer kişilerin acısına karşı duyarsız olmasına neden olabilir.
  • İki yaşından önce elektronik dünyayla tanışmak çocuğun doğal gelişim sürecine zarar verir.
  • Okul öncesi dönemde kendinden daha büyük bir kardeşle yaşamak, çocuğun zihnini daha hızlı olgunlaştırabilir.
  • Bebeği taşımak için bebek arabası kullanmak yerine kendi bedenlerine bağlayan annelerin bebeklerinde daha sağlıklı bir anneye bağlanma görülür.
  • Çocuk iyi bir şey yaptığında onun bu davranışını, yani yaptığı şeyi övün. Çocuğun kendisini övmek, ileride başarısızlıkla baş edebilmesini zorlaştırabilir.
  • Evdeki kitap sayısının fazla olması, çocuğun okuma yeteneğini arttırır.
  • Çocuğunuzu överken yaptığı şey ve beklentiniz konusunda açık ve net konuşun.
  • Konu dil öğrenmek olduğunda, erken başlamanın yeri doldurulamaz.

Kaynak Kitap: Çocuğunuzun Beynine Hoş Geldiniz.

Yazan: Sandra Aamodt – Sam Wang

NTV Yayınları

6 Aylık Bebekle Yapılabilecek Aktiviteler

Bebek ve çocukların, hayatı oyunlar üzerinden öğreniyor olmasını, günümüz insanının hareketsizlikten yakınıp kendini spor salonlarına atması durumuna benzetiyorum biraz.

                            Early-man

İlkel toplumlarda, kimse egzersiz filan yapmaya gerek duymuyordur herhalde. Zaten hayatlarını vücutlarını kullanma becerisiyle kazandıklarından oldukça sağlıklı ve güçlü oluyorlardır. O dönemde büyüyen bebek ve çocukları düşünürsek kimse onlara “Haydi bakalım, tummy time*…!” filan demiyordur. Ya da cee, uçtu uçtu gibi oyunlar da gerçekte karşılaştıkları deneyimlerin yanında basit kalıyordur. Çünkü ilkel toplumlarda anne bebeğini kucağında taşıyor, normalde yaptığı bütün işleri yapmaya devam ediyor ve ona hayatla ilgili en iyi örneği, kendi yaşantısını veriyor. Oyunla öğrenmek bizlerin, yani bedenlerinden çok zihinlerini kullanan neslin çocuklarına özgü bir durum. Bizler ebeveyn olarak çalışma hayatlarımızın içine çocuklarımızı dahil edemediğimiz gibi, evde geçirilen vakitlerde bile bebeği veya çocuğu dışlayarak ya da tam tersi bütün günü bebekçe, çocukça oyunlar ve aktivitelerle geçirerek onlara yapay ama güvenli olduğunu düşündüğümüz bir ortam hazırlıyoruz. Bütün bunlar eleştirel bir yaklaşım olsa da bunu doğrulttuğum kimse yok. Bu, dünyanın ilerleyiş şekliyle böyle oluşmuş, kolay kolay da değiştirilemeyecek bir yaşam tarzı.

Bebekler ise hala o ilkel yaşam tarzına ait ihtiyaçlarla dünyaya geliyorlar. Yeni doğduklarında bile uyutmak için ayakta dolaşmanızı talep ediyorlar. Bizim üstümüze düşen de onların bu ihtiyaçlarını karşılayabilecek aktiviteler sunmak. Lafı bu kadar uzattıktan sonra özetle maddeleyeyim, 6 aylık bir bebekle yapılabilecek aktiviteler:

1. Ev İşleri: Bu, bebeğin boyun kaslarının güçlenmesi, dengesini sağlayabilmesi, yürümeye hazırlık yapması açısından hem görsel, hem de fiziksel açıdan çok yararlı bir aktivite. Ayrıca bunu zaten her gün yaptığınız için ayrıca bir zaman ayırmanıza bile gerek yok. Bebeğin güvenliğini yabana atmadan, bütün işlerinize onu da dahil edin. Ocağa yemeği koyarken onu nasıl sakındığınızı izlesin. Bıçakla bir şeyler keserken bıçağın keskin kısmına elinizi değdirmediğinizi görsün. Yerden bir şeyler toplarken eğilip kalktıkça üzerindeki farklı baskı noktalarını hissetsin ve dengesini her şartta kaybetmemeyi öğrensin. Eğer çok zor göründüyse bebeği kendinize bağlayarak iki eliniz boşta daha rahat edebilirsiniz. Mesela ben sleepy wrap kullanıyorum.

2. Cee: Nesne devamlılığını kavramaya başladıkları bu dönemde her şeyle cee oynayın. Kıyafetlerini giydirirken, oyuncaklarla oynarken, onu mama sandalyesine oturttuğunuzda bir görünüp bir kaybolarak, yüzünüzü avuçlarınızla veya bir mendille açıp kapatarak. Oyuncağını bir örtünün altına saklayın, ilgisi dağılmadan “Oyuncağı neredeymiş, aa buradaymış,” gibi cümlelerle oyunu renklendirin.

3. Hareket Zamanı:

tuna sava 6 aylık bebek destekle veya desteksiz oturabilir, yuvarlanabilir, kısa süreli ayakta durabilir. Bunlar her bebeğe göre değişiklik gösterdiği için (mesela bizim Sava destekle oturabilse de asla yuvarlanmıyor, yattığı yerde öylece yukarı bakıyor, ama ayakta durmaya bayılıyor) zamanı geldiğinde bazı destekleyici hareketlerle gelişimine yardımcı olmak gerekebilir. Bebeği sırt üstü yere veya yatağa yatırın. Siz de yanında oturup yuvarlanması için onu sözel olarak destekleyin. Yuvarlanarak size doğru gelirse kucaklayıp öpün. Eğer gelmezse yüzüstüne ve tekrar sırt üstüne çevirerek “Yuvarlan,” deyin. Emekleme ve sürünmeye destek için bebeğinizi yere yatırın. Siz de üstünde emekleme pozisyonunda durun. Dizleriniz tam onun ayaklarına denk gelsin. Ellerinizle de onun ellerini tutarak beraber ilerleyin. Onun sol ayağını sol dizinizle ittirirken, sağ elinizle de sağ elini ileri doğru uzatın ve önünüze bir oyuncak koyup ona ulaşın. Başarıyı takiben yine öpücüklerle kutlayın. Yürüme alıştırmaları için sırtını bir yere dayayarak veya bir koltuğa kollarıyla tutunarak ayakta durmasını sağlayın. Çok kısa süre (10 saniye gibi) durmayı başardığında her gün daha uzun sürelerle ayakta tutun. Tabii yine bol bol öpücük eşliğinde.

4. Elli Faliyetler: El ile yapılan çalışmalar hem dokunsal algısını geliştirir, hem onun kolayca kendi kendine oyalanabileceği bir aktivite haline gelir. Bebeğiniz karşınızdayken parmaklarınızı tam gözlerinin hizzasına getirip birer birer göstererek sayın. Beşe geldiğinizde avcunuzu yüzüne yaklaştırarak burnuna doğru dokunun. Sayıları sayarken kısa duraklar yapın, onun heyecanla bir sonraki sayıyı beklemesine izin verin. “Tel sarar” şarkısını el bileklerinizi çevirerek söyleyin. “Buraya bir kuş konmuş”la başlayan, birer birer parmakları avuç içine kapatarak ve son kalan parmaktan sonra da kucaklayıp öpülerek bitirilen oyunu oynayın.

5. “Ben Yarattım” Oyunları: Bebekler bir şeyi kendileri yaptıklarında hem çok mutlu olurlar, hem de kendine güven duygusunu pekiştirirler. Ev içinde odaların ışıklarını açıp kapamak, iki plastik bardağı birbirine vurarak ses çıkarmak, bir şeyi yere atıp onun çıkardığı sesi ve düşüşünü izlemek, basit müzik aletleriyle gürültü yapmak bu oyunlara sayabileceğim örnekler.

Eğer bu fikirleri sevdim, daha fazlasını okumak istiyorum derseniz şu iki kitaba bakmanızı öneririm. Doğrudan bir alıntı yapmasam da bu yazıdaki düşüncelerimin bir kısmını bu iki kitaba borçluyum.

Dokunmanın Mucizesi, Jean Liedloff

Bebeğinizin Gelişimi İçin Neler Yapabilirsiniz? Dr. Neslihan Kuloğlu Türker

*Tummy time: Bebeklerin yüzüstü yatırılması ve kafalarını kaldırarak alıştırma yapması.

Bezsiz Bebek

Her kültürün bez olayına bakışı farklı. Kimi ülkelerde bebeğin altı hiç bezlenmeden, annenin takibiyle doğru zamanda uygun yere bebeğin kakası veya çişi tutulabilirken, kimi yerlerde çocuklar 3 yaşına kadar bezle yaşayabiliyorlar. Doğrusu nedir bilmiyorum. Şartlar ve alışkanlıklar doğrultusunda hepsine katılabilirim. Ama bez sektörünün çok büyük olması bu konuya objektif bakmamı engelliyor. Ben de biraz içimden gelen sesi dinleyerek, biraz da araştırarak yeni bir yöntemle tanıştım. Bezsiz Bebek.

Ek gıdaya geçişle ortaya çıkan zor kaka yapma durumunu tesadüfi bir şekilde Tuna’nın klozete tutulması ve birden oraya kakasını yapmasıyla çözüme ulaştı. Ben de zaten kulağıma çalınan bu akımı biraz daha araştırmaya karar verdim. Bir kitabı varmış, önce onu edindim. Sonra Tuna’nın çiş veya kaka yapacağı zamanları tahmin ederek tuvalete tuttum onu. Çoğu sefer de doğru tahminle başarıya ulaştık. Yöntem oldukça özgür. Lazımlık mı, oluur; tuvalete tutmak mı, o da olur. Zaten bunun bir tuvalet eğitimi olmadığını üstüne basa basa belirtmişler. Bu sadece bebeğimizle aramızdaki tuvalet iletişimi. Sonra da alışverişe çıktık.

Tuna’nın Bezsiz Bebek Alışverişi:

IKEA’dan konunun özü şeklinde basit, yeşil bir lazımlık aldık. Lazımlığa oturunca çok rahatsız oldu ve ağladı. Olsun, mama sandalyesini de sevmemişti başta. Olur böyle.

e-bebek’ten klozet adaptörü aldık, ama bizim klozetimiz ilginç bir şekilde dikdörtgen olduğundan pek emniyetli olmadı.

Mothercare’den Külot, atlet ve alıştırma külotu aldık. Alıştırma külotu bebeğin ıslaklığı hissedebilmesi amacını taşıyor.

Bezsiz Bebek yöntemine dışarıdayken de devam ettim. Yemek yedikten sonra ya bezine ya da küçük bir bardak buldum ona tutuyorum. Bazen yapıyor, bazen de bezine yapıyor. Öyle deneme yanılma şeklinde ilerliyoruz bakalım. Evde daha kolay ama dışarı çıkınca onu tuvalete götürmeye üşeniyorum sanırım.

Bazen tüm günü alıştırma külotlarıyla geçiriyoruz. Genelde yemek sonrası, uyku sonrası çislerini tuvalete yaptırıyorum. Diğerlerinin zamanını tam kestiremediğimden kaçırmalar oluyor. Ama tuvalete tutunca ve çissss deyince genelde yapıyor. Tabii bunu günde 10 kere yapmak zorunda olmak beni biraz yoruyor. Çoğu zaman buna da üşeniyorum.

Kısaca bu yöntem bebeğe herhangi bir zorluk yaşatmazken asıl olay annede bitiyor. Bakalım daha neler olacak?

Son günler mi acaba ???

Bugünü de geride bıraktık. Kiminle konuşsam aynı soru; “Doğurmadın mı daha ??”

Ben de sürekli an kollamaktan, kendimi dinlemekten sıkıldım. 2 gündür erkenden kalkıp babamla Bebek’e yürüyüşe gidiyorum. En az 1 saat yürümüş oluyoruz. Gün içinde de film izlemek, kitap okumak gibi aktivitelerle vakit öldürüyorum. Beklemek kelimesinin tam karşılığıdır benim şu durumum.

Evdeki herkes günün çeşitli saatlerinde, telefon açan çeşitli insanlara Tuna’nın hala gelmediğini çeşitli espirili şekillerde açıklıyor. Bu durum beni biraz bunaltıyor aslında ama yapacak birşey yok. Gecikince böyle oluyormuş demek ki. Bugün 40 hafta bitti. Aslında tam da bir gecikme yok. Ama nedense hep daha erken geleceğini düşünmüştüm.

Oğlumla konuşuyorum. Dışarısının güzel olduğunu anlatıyorum, gel artık diyorum ama bunların pek işe yaradığını da sanmıyorum. Aramızdaki o iletişimi kayıp mı ettik diye tasalanıyorum bazen. Çünkü bu ilişkiyi öyle güçlü hissediyordum ki sanki ben gel deyince hemen geliverecek gibiydi. Ama öyle olmuyor. Her şey planlanmış ve ben bunun dışındayım gibi. Belki balığım da bunların dışında. Beni ne kadar çok sevdiğini ve ayrılmak istemediğini düşünerek teselli oluyorum.

Dün, Çok Film Hareketler Bunlar’ı izledim. Bugün Fatih Akın- Soul Kitchen. Orhan Pamuk devam, bir de Beyaz Kale’yi okuyorum arada. Bakalım oğlum ne zaman gelecek???

Son günler…

Doktorun ilk söylediği tahmini doğum tarihini hesap ederek geri sayıyorum aslında. İlla da o gün olacak değil elbette ama 08.09.10 tarihinin de çok havalı olduğunu kabul etmek lazım. Bayrama kalmaktan korkuyorum. Doktor ya bayram için tatile giderse??? Benim bu konuyu konuşmam lazım onunla. Dün gece baya heyecan yaptım geliyo diye. Aslında hiç ağrı yoktu, sadece kasılmalarım vardı. Onlardan da tam emin olamadım, çünkü bebeğin sırtı kendini ittirince karnımı sertleştiriyor, kasılma gibi oluyor. Ama beni kim görse “senin daha 1 ayın var, karnın hiç inmemiş” diyor. “Ne 1 ayı yahu, yakında doğuracağım ben” desem de dinletemiyorum. Nasıl olacak bu karın inmesi bilmiyoruz ama karnın inince bir rahatlama geliyormuş ama sık sık tuvalete gidiyormuşsun. Ben şu anda da rahatım aslında ve yeterince sık tuvalete gittiğimi düşünüyorum ama bunun daha ötesi de mi var, bekleyip göreceğiz demek ki…

Dün bitirdim İstanbul Hatırası- Ahmet Ümit’i. Dilini çok beğendim, sıkmıyor ve akıcı. Ama bir cinayet romanı olması açısından daha akılcı olmasını beklerdim. Sikke- Gravür- Cinayet yeri bağlanısı kitabın ortalarından önce kendini gösteriyorken bizim komiser son 40 sayfada anlıyor durumu. E tabi biraz geç oluyor. Ama İstanbul’un tarihini işlemesi açısından çok beğendim kitabı. Oğlumuz büyüyünce hepbirlikte çıkıp gezelim istedim İstanbul’un tarihi yerlerini. Hem dünyanın en güzel şehrinin tadını çıkarmak, hem de böyle bir tarihi yerinde görmek, tanımak gerek.

Dün gece büyük bir heyecanla başladım Orhan Pamuk- Manzaradan Parçalar kitabına.